Sonra da başımda krallığımın tacı yeraltına dönüyordum...
Yeraltı... Neresi bu yeraltı? İnsanın kral olduğu yer, taç taktığı yer nerede? Zeki Demirkubuz'un kendisine mi ait, Dostoyevski'nin mi yoksa? Engin Günaydın mı hükümdar yahut sadece Muharrem mi? Ne Zeki Demirkubuz ne de Dostoyevski aynı yeraltını yaşıyor ve anlatıyor. Tıpkı, Engin Günaydın ile Muharrem'in aynı yeraltında olmadığı gibi. Ancak, her birinin hükümdarlığını yaptığı kendine ait bir yeraltıları var fakat o hükümdarlıklarının tek halkı da gene kendileri. Yeraltı: İnsanın kendisiyle buluştuğu yegane mekan. Kendine hükmettiği ve aynı şekilde kendine isyan ettiği, soruların sorulduğu ama o soruların tek muhatabının gene insanın kendisi olduğu, insanın "yalnız" olduğu tek yer. Ve bu "yalnızlık" insanın sadece insan olduğunu ve dolayısıyla meleklerin önünde secde ettiği "insan" olduğunu kavrayabilmesi için ulaşılması ve aşılması gereken bir eşik. Yeraltı, insanın "insan" olma sürecinin bir nevi başlangıcıdır aslında. Ama kolay değildir yalnız kalmak. Çoğu insan kaçar, çünkü o dayanılmaz acıya katlanmak istemez o çoğunluk. Mümkün değildir ki kaçmak elbet yakalanırsın sen de, diğerleri gibi, Dostoyevski gibi, Engin gibi, Muharrem gibi, Zeki gibi...

Yeraltında, kabullendiği acılarıyla birlikte yaşamayı seçmenin, başlangıçtan bir adım dahi ileriye gidememekten ne farkı kalıyor o zaman? Muharrem çıkamadı oradan, hapsoldu kendi yeraltına. Yani başta söylediğim "insan" olma sürecini bitiremedi. Tıkandı kaldı. Yenildi yeraltına...
Evet, belki yenildi Muharrem ama biz daha başlamadık bile, sadece kaçıyoruz. Bir çoğumuz, Muharrem'in nefret ettiği kibirli, gösteriş budalası, yalaka ve egoist insanlarız. Halbuki bizi bunlardan kurtaracak ilk şey alçalmak, yeraltına inmek olacaktır. Bu yükseklik peşinde koşan biz insanlara Zerdüşt güzel bir cevap veriyor: 'Ne korkuyorsun öyleyse? -insan da ağaca benzer. Ne denli yükseğe ve ışığa çıkmak isterse, o denli yaman kök salar yere, aşağılara, karanlığa, derinliğe -kötülüğe.' Burada Zerdüşt'ün seslendiği delikanlı da aslında Muharrem'e benziyor biraz. Bu yeraltı süreci, kendimizi saklama sanatı olan suratımızdaki ve ben'imizdeki maske ile yüzleşme sürecidir. Ne zaman ki bu maskeyi layıkıyla çıkarırız işte o zaman yeraltından kurtulabiliriz, bir daha dönmemek üzere...
Hayvan-Oluş
İnsanın aynaya baktığı zaman kendisinden tiksindiği anlar olur. Çoğu zaman pişmanlıkla ve utançla harmanlaşmıştır bu tiksinti, ve nefret. Bu nefret insanı, kendisinden uzaklaşıp adeta "başkalaşım" sürecine girmesine kadar götürebilir. Muharrem'de de örneğini göreceğimiz üzere (kendini kaybedip bir kurt gibi uluması ve köpek gibi hırlaması) bu, Deleuze'ün "hayvan-oluş" diye adlandırdığı "başkalaşım"ın ta kendisidir. Walter Benjamin konu hakkında şunları söyler: "Hayvan olmak onun için muhtemelen sadece insan biçimi ve aklının bir utanç yüzünden terk edilmesi anlamını taşıyordu. Böylesi bir utanç, kendini rezil bir pavyonda bulan adamı, gözlüklerini silip temizlemekten alıkoyar."
Nuri Bilge Ceylan ve Cevat benzerliği
Fotoğrafta gördüğümüz bu adam, filmde "Ankara Sıkıntısı" (Mayıs Sıkıntısı?) adlı romanıyla ödül alan, Muharrem'in alaycı bir şekilde: "Sen yakında Oscar'ı da alırsın" diyerek hırsızlıkla, yanındaki 3 arkadaşını yalakalıkla suçladığı Cevat aslında, Zeki Demirkubuz'un aynı şekilde hırsızlıkla suçladığı Nuri Bilge Ceylan'ı mı simgeliyor? Bu ihtimalin sadece ihtimal olarak kalmadığını düşünen pek çok insan var ki, ben de onlardanım. Demirkubuz'u başka işin yok mu da NBC'ye sataşıyorsun diye eleştiren ve bunun filmini gölgede bıraktığını düşünen pek çok görüş var. Ancak ben bunun filmin önüne geçtiğini, hikayeyi ve anlamı saptırdığını düşünmüyorum. Hatta, eğer Demirkubuz gerçekten bir haksızlığa uğramışsa, bunu yapmanın bir sakıncası olduğuna da inanmıyorum. İki yönetmenin arasındaki anlaşmazlığı, kavgayı aktarmanın ve bir cevap oluşturmanın, magazin değeri niteliğindeki programlara katılıp ağlamak yerine, en iyi yolunun -anlamın önüne geçmediği sürece- kendi sinemalarından geçtiğini düşünüyorum.
Zeki Demirkubuz Sineması
Son olarak da Zeki Demirkubuz sinemasıyla ilgili 3-5 laf edip sizleri rahat bırakacağım. Demirkubuz'un -her ne kadar Yeraltında eski filmlerine nazaran estetik olarak daha fazla bir uğraş içinde olduğunu düşünsem de- görselliği arka plana attığını görüyoruz. Tabi bu eleştiriyi Sırrı Süreyya'nın; hiç ışık yok bu ne biçim film la şeklinde okumamak lazım. Bu tamamaen Zeki Demirkubuz'un tercihi olsa da, biçimin de en az içerik kadar önemli olduğuna inanıyorum. Ama hikayenin işlenişi açısından takdir etmemiz gereken çok fazla yönünü de atlamamak gerekir. Özellikle oyuncuyu yönetme açısından son derece başarılı olduğunu rahatlıkla görebiliriz.