24 Eylül 2012 Pazartesi

Bela tarr ve Nietzsche (1), The Turin Horse





     Bu ilk yayınlayacağım yazımda Macar yönetmen Bela Tarr'ın filmlerinden biraz bahsetmek istiyorum. Şimdiye kadar usta yönetmenin sadece iki filmini (Satantango ve Torino Atı) izlemiş olsam da bu iki film belkide bu garip blogu açmama neden oldu diyebilirim. 

     Öncelikle, Bela Tarr'dan biraz bahsetmek gerekirse; gerçekliğin peşinde koşan, hatta bir söyleşisinde  ''ben size hayatın nasıl olduğunu göstereceğim'' naraları atan bir genç olduğunu belirtmesi de yönetmenin tarzı hakkında bir ipucu olabilir. Filmlerinde uzun planlara sık sık başvurmasıyla ilgili sorulan bir soruya verdiği cevapda ise insanların hikayenin mantığını takip ettiğini ancak hayatın mantığını takip etmediğinden yakınır ve hikayeyi de hayatın boyutlarından biri olarak değerlendirir. Ancak Bela Tarr'ın beni en çok etkileyen özelliği ise 2001 ılında vermiş olduğu röpartajda ''Anlatıma yaklaşımınız nasıl?'' sorusuna verdiği cevapta gizlidir. ''Bizim farklı bir anlatım tarzımız var. Hikaye bizim için ikinci planda. Esas olan her zaman insanlara nasıl dokunacağız. Gerçek hayata nasıl daha fazla yaklaşabilirsiniz? Biz konuşurken başka pek çok şey olmaya devam ederken hayat hakkında bir şeyleri nasıl anlayabilirsiniz? Örneğin, masanın altında neler olup bittiğini bilmiyoruz ancak orada ilginç, önemli ve ciddi şeyler oluyor.'' Bu cümleleri daha da anlaşılır kılacak bir örnek vermek gerekirse; Torino Atı'nda yaşlı Ohlsdorfer ve kızının rutin bir şekilde patates yemelerini 3 günde de farklı açılardan gösterir, ilk gün yalnızca yaşlı adamın, ikinci gün kızının ve üçüncü günde ise ikisinin de bir arada gözüktüğü yemek sahnelerinde yukarda anlatmak istediği şeyi yönetmen göstermeye çalışmıştır. 

     Bunun gibi her gün rutin bir şekilde oluşan olayların farklı açılarla, farklı kişiler üzerinden anlatıldığı sahneler barındırmaktadır Torino Atı. (aynı duruma Satantango'da da rastlarız) Ben daha çok bu filmler üzerinden Bela Tarr ve Nietzsche ilişkisini kurcalamaya çalışacağım.


                          Torino Atı ve Dağdaki Ağaç Hakkında 

      
      Bela Tarr'ın Torino Atı ile ilgili pek çok zihin açıcı yorumlar, düşünceler yazılıp çizildi. Ben de filmi izlerken Bela Tarr'ın bu filmi ile Nietzsche'nin Zerdüşt'ünün Dağdaki Ağaç Hakkında'ki bölümü arasında bir çok benzerliğe rastladım. Bu benzerliği kitaptaki malum bölümden bazı kısımlarla filmdeki sahneler arasında ilişkilendirerek anlatmaya çalışacağım. Öncelikle filmi kısaca özetlersek, Nietzsche'nin delirmesine(!) sebep olan sahnenin siyah bir ekranda dış ses tarafından anlatılmasıyla başlıyor. Olay şudur: Nietzsche, at arabasıyla giden bir adamın (yaşlı Ohlsdorfer) atına işkence ettiğini, kırbaçla vurduğunu görür ve dayanamayarak ata sarılır ve ağzından son olarak şu sözler çıkar ''Mutter, ich bin dumm!'' (Anne, ne aptalım). Bela Tarr ise filmini bu olaydan sonrasını ama Nietzsche üzerinden değil yaşlı adam ve at üzerinden anlatır. Yaşlı adam ve kızının 6 gününü anlatır. 6 gününde birbirinin aynı olması gerekirken yaşanan olaylar sonucu yönetmen, her geçen gün giderek daha fazla karamsarlığa iter filmi -ki en sonunda tamamen kararacaktır ekran.  Film yaşlı adam üzerinden ilkelliği anlatıyor sanki ama bu ilkellik boğucu bir şekilde filmin kendisinde hakim sadece yaşlı adam üzerinde değil. Gelelim benim asıl anlatmaya çalışacağım noktaya...
   
     ''Gördü, delikanlının ağaca nasıl yaslandığını. Delikanlının yaslandığı ağacı tuttu ve Zerdüşt şöyle buyurdu: 
     Ne vakit, şu ağacı ellerimle sarsmaya kalksam, gücüm yetmez buna. Lakin bizim görmediğimiz rüzgar, onu hırpalar ve istediği tarafa eğer. İşin kötüsü, biz en çok, görünmeyen ellerce bükülür ve eziyet görürüz.'' 


     
      6 gün boyunca hiç durmadan esen rüzgar... Yönetmen sanki o rüzgarı bize hissettirmeye çalışıyor, rüzgarın gücünü, boğuculuğunu. Zerdüşt'ün delikanlıya bahsettiği rüzgar ve ağaç, filmde de anlatılmış. Bu fotoğraf, yaşlı adamın ve kızının köyü terketmeye çalışıp sonra terkedemeyip geri döndükleri, ağacın etrafında 10 dakika boyunca dolandıkları sahneden bir fotoğraf ve tabii ki gene hiç durmayan kudretli rüzgar...

       ''Ancak insanların hali ağaçlardan farklı değildir. Yükseklere ve aydınlığa çıkmak istedikçe, kökleri onu toprağa, aşağıya, karanlığa, derine ve kötülüğe çeker.'' 

      Neden tek damla içmiyor kendine uzatılan sudan ya da neden sahibinin tüm işkencelerine rağmen hareket etmiyor Torino atı? Çünkü isyan ediyor Torino atı, karşı geliyor insanlara, farkında olmayan insanlara... Tıpkı Zerdüşt'e yalvaran, bulunduğu duruma isyan eden delikanlı gibi. Bakın o da nasıl isyan ediyor insanlara:
      ''Hor görmemle hasretim birlikte büyüyorlar; ne kadar çok yükseğe çıkarsam, o kadar çok hor görüyorum yükseleni. Ne arıyor yükseklerde? Nasıl utanıyorum yükselmemden ve sendelememden! Nasıl alay ediyorum soluk soluğa kalışımla! Nasıl nefret ediyorum uçandan! Ne kadar yorgunum yükseklerde!''

     ''Ama tehlike, soylu kişinin iyi bir kişi olması değil, bir yüzsüz, bir alaycı, bir yıkıcı olmasında.''

      ''Ah! En yüksek umutlarını yitirmiş soylu kişiler tanıdım ben. Ve sonradan onlar bütün yüksek umutlara iftira ettiler. ''

      Filmin 2. gününde dışarıdan esrarengiz bir şekilde bir adam gelir ve adam neden şehri terketmediği sorulduğunda verdiği cevap ''Fırtına her tarafı darmaduman etti. Mahvoldu diyorum. Çünki her şey bozulmuş, yıkık dökük durumda.'' Dünyanın kirlendiğinden, insanlığın kaybolduğundan dem vuruyor ve devam ediyor, soylu insanların yozlaşmasını anlatıyor ve bu 'mükemmel, harika ve soylu' kişilerin kendi kurdukları düzende bize ait olan her şeyin onlara ait olmasını istediklerinden yakınıyor. ''Daha sonra  birdenbire gerçekten anladılar Tanrının ya da tanrıların var olamdığını, iyi ya da kötünün var olmadığını anladılar. Neticesinde de durum böyleyse kendilerinin de aslında var olmadıklarını görüp anladılar ve bu da onları ümitsizliğe götürdü.'' Ancak tüm bu olumsuz tabloya rağmen asla ümidin yitirilmemesi gerektiğini söylüyor esrarengiz adam ve değişimin gerçekten meydana geleceğine inancı tam. Tıpkı Zerdüşt gibi, o da ''...gönlündeki kahramanı bir kenara atma! Kutsal tut en yüksek ümidini!'' diyor ve ikisi de aynı anda bitiriyor konuşmalarını. 
    
   
     "Ruh da şehvettir." -- böyle diyorlardı onlar. Sonra ruhların kanatları kırıldı; yerlerde sürünüyor şimdi ruhları, ve kemirdiği her şeyi kirletiyor.''
     

     Son olarak da gene dem vurulan bir şey var iki eser arasında; zayıflık... Ruhun zayığlığı ve bu zayıflığın farkına varılmayıp kendilerinin mükemmel insan sanılması. Ancak şehvete karşı koyabilen inasanlar bulabilir kendi benliğini ve onlar asla zayıf olmazlar, daima güçlüdürler.