''Maske; kendini saklama sanatıdır''
''Derin olan maskeyi sever, en derin olan hele tasvirden ve benzetmeden nefret eder... Maskenin ardında yalnızca hile yok -hilede bir çok iyilik var... her derin ruhun çevresinde bir maske durmadan büyür, her sözcüğün, her adımın verdiği yaşam işaretinin sürekli yanlışlığı, yani sığlığı sayesinde. Neden bu maskeye gerek var? O Dionysoslar, Zerdüştler, Zerdüştteki o herkes, Şen Bilimde hatta pazar yerinde koşuşturan o deli, hatta delinin öldüğünü söylediği ''tanrı'' neyin maskesi?'' (Nietzsche ve Din, Gelenek yayınları)
Neden bu maskeye gerek var?
''Yaşam, başlangıcında yalnızca mümkün olabilmek için maddeyi taklit etmelidir. Eğer bir kuvvet onlara karşı mücadele ettiği geçmiş kuvvetlerin maskesini takmazsa hayatta kalamaz. '' (Deleuze, Nietzsche ve Felsefe)
Nietzsche maskeyi yorumlama ve değerlendirme safhalarını daha sağlam yapabilmek için maskeyi zorunlu kılar. Maske takan insandaki dışardan bakabilme kabiliyetidir burda önemli olan.
İnsanlar maske takarlar: kimileri çevresini, diğerlerini ve nihayetinde kendisini daha iyi kavrayabilmek için maskeli balodadır, kimileride gör(e)memek, duy(a)mamak yani anla(ya)mamak için... İki tarafta kaçmak için takar maskelerini ancak birinde hakiki amaç kurtuluştur. Onlar farkındadırlar ki kimi zamanlar kurtuluş için kaçış gereklidir bundan dolayı maskeyi en iyi şekilde çıkarmak için takarlar. Diğerleri ise sadece kaçmak için takar, yaklaşmak için uzaklaşmaz onlar, her daim uzakta kalacaklardır...
Maske bizim bedenimizdir belki de ruhu örten(saklayan). Bu durumda maskeyi takmadan yaşayamayız, ancak maskeyi çıkarmaya başladıkça da özümüze yaklaşırız...
23 Ekim 2012 Salı
8 Ekim 2012 Pazartesi
Roma, Açık Şehir ve Yeni Gerçekçilik
Sinemayla ilgilenen herkesin kabuludur ki İtalya sinemasının dünya sinemasında yadsınamayacak derecede önemli bir yeri vardır. İtalya’nın sinema tarihine ufak bir göz atacak olursak sinemaya gereken önemi vermiş olduklarını rahatça kavrayabiliriz. 2. Dünya Savaşı’nın başlarına kadar Hollywood’u taklit niteliği taşıyan filmler çekilmiştir. 1930 ile 1940 arasındaki bu dönem, Telefoni Bianchi (Beyaz Telefon Dönemi) adıyla anılmaktadır. Bu filmlerde daima burjuva insanlarının lüks yerlerde geçen yaşamları kameraya alınırdı ve beyaz telefonlar da bu dönemi simgeleyerek her filmde düzenli olarak kullanılırdı. İtalyanlar henüz kendi film dilini oluşturamamışlardı ancak ilk defa Musollini dönemindeki sinema okullarında, İtalyan sinemasının kendi dilinin oluşturulmasının temelleri atılmıştır: Neorealismo yani İtalyan Yeni Gerçekçilik. 1945 yılında Roberto Roselli’nin ‘Roma, citta aperta’sı (Roma, açık şehir) ile başlayan bu dalga 1950‘lerin ortalarına kadar sürmüştür. Toplumsal ve kültürel olarak sinemada yeni bir çağ İtalyanlar tarafından açılmıştı artık. Burjuvanın yerini halkın aldığı bu dönemde komünizm ve Katolik kilisesi de harmanlanmaya çalışılmıştır. Ancak kilise hiç bir zaman toplumun önüne geçememiş, toplumu yönlendirememiştir aksine kiliseyi yönlendiren toplum olmuştur ve kilise sadece toplumu oluşturan parçalardan biri halindedir. Stüdyonun içinden çıkılıp savaş sonrası yıkık dökük evlerinin arasında Roma halkının bulunduğu dışarısı beyaz perdeye yansıtılmıştır. Dönemin en önemli filmleri arasında ‘Roma, açık şehir’, ‘Bisiklet hırsızları’, ‘Hemşehri’ ve ‘Umberto D’ yer almaktadır. Rosselini ve Vittorio De Seca ise yeni gerçekçiliğin önemli yönetmenlerindendir.
(Ladri di Biciclelle)
Yeni gerçekçilik akımının başlangıç filmi olan Roma, açık şehirde, İtalyan halkının Gespeto nazilerine karşı kahramanca direnişi anlatılırken aynı zamanda, İtalya’da ilk defa yeni bir film dilininde kurulmasına tanıklık etmiş oluyoruz. İtalya toplumunun ve aynı zamanda İtalyan sinemasının özgürlüğünün yansıtıldığı ilk filmdir. Filmin her sahnesinde bu değişimi görmekteyiz. Henüz filmin başında, Marina ve Alman asker arasında geçen telefon konuşmasında siyah telefonun kullanılmasında bile yönetmen Rosselini bu değişimi simgelemiş olabilir. Zaten film içerisinde, Maroni karakteri üzerinden ‘Beyaz Telefon Dönemi’ eleştirisini de gayet yerinde ve güzel bir şekilde kullanıyor Rosselini. Kominizmi ve Katolikliği bağdaştırma Bisiklet Hırsızları’na göre daha bariz bir şekilde bu filmde sırıtmaktadır. Ve gene, Bisiklet hırsızlarında da olduğu gibi burda da çeşitli sembollerle (tablo,haç vs.) katolik kutsala gönderme yapılmıştır. Yönetmen, ilk sahnelerde papazın bir kaç kere alay konusu edilip (çocukların papazın kafasına top atması ve papaz Don Pietro’nun birbirine dönük iki küçük çıplak heykelciği ters çevirmesi) daha sonra olayların papazın kahramanca öldürülecek şekilde gelişmesi kilisenin, katolik inancının toplumda sürdüğünü fakat asla hakim güç olmadığı mesajını bize vermektedir. Filmde, çocukların ve kadınların da arasında bulunduğu, toplumdaki herkesin askerelere ve poliselere karşı güçlü bir şekilde kahramanca direndiği pek çok sahne göze çarpmaktadır.
Filmdeki en kötü karakter de heralde açık ara bu fotoğraftaki ablamızdır. Alman askerlerin biraz da zayıf görünümüne rağmen en güçlü kötü karakteri bir kadının canlandırması da kayda geçmeye değerdir.

Filmin 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra çekilmiş olması ve İtalyan halkını hareketlendirecek yeni bir kıvılcım gerekmesi sebebiyle filmdeki bütün İtalyan halkının kahraman lanse edilmesini bir nebze açıklar ancak ortada abartılı bir İtalyan milliyetiçiliği olduğu da oldukça açıktır. Bisiklet Hırsızları’nda işçi kesim yüceltilip burjuva ezilirken burda daha çok İtalyan halkının Alman askerlerine karşı bir üstünlüğü söz konusudur. İlginçtir, Rosselini Almanların kendini üstün sanmasını aşağılayıcı bir şekilde anlatırken aynı zamanda İtalyanları da en üste çıkarmıştır. Oyuncular da dönemin genelinde olduğu gibi çoğunlukla amatörlerden meydana gelmektedir. Kısacası bu filmde komünizm, katolik kilisesi ve İtalyan yurttaşlığına kadar pek çok inancın, sistemin yönetmen tarafından istemli bir şekilde harmanlanmaya çalışıldığını görebiliriz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)