Saat sabah 6.00. Alarm çalıyor, modern insan için uyanma vakti. Bir an önce çık o yataktan, yüzünü yıka, dişlerini fırçala konuşmaya dahi ayıracak vaktin yok! Üzerini giyin çünkü işe gideceksin ya da okula. Arabanı da çıkar garajından, terk edin evi. Çocuk öğrenci kimliğiyle okula, anne-baba da kendi kazandıkları (yoksa başkalarına bağımlı mı desek) kariyer kimlikleriyle işlerine. Gitmezsen, isyan etsen olmaz, para kazanmak zorundasın ey modern insan. Peki niye? Sırf bu tekdüze hayatı devam ettirebilmek için. ''Bu hayatı'' ise amaçsızca yaşıyorsun. İş-okul bitince de eve geleceksin başka bir şeye vaktin yok. Evde ise konuşacak bir şeyin bile olmaz ailenle, zaten istemezsin konuşmayı ne analatacaksın ki, ne anlatabilirsin ki? Hem zaten hiç susmadan konuşan bir şey var evde bırak o konuşsun sen dinlersin. Ne mi o, televizyon. Fazla geç yatmaman lazım çünki sabah saat 6.00 'da yeniden alarm çalacak. Gene aynı rutin ritüeller. ''Zamanı kuşanmak'' şöyle dursun, ufacık bir saate indirgenmiş zamanın kölesisin ve ''bu hayatı'' yaşıyorsan, kabul ediyorsan bunu yapmak zorundasın.
Der Siebente Kontient
Michael Haneke'nin çilesi ise işte bu modern hayatlar. Maskeleriyle dolaşan ve maskelerinden habersiz dolayısıyla bundan rahatsız dahi olmayan insanlar. Çilesini anlatmak için de kamerasına başvuruyor Haneke. 1989 yılında vizyona giren ilk filmi Der Siebente Kontient (yedinci kıta)' de can sıkıcı, iğrenç modern hayatı anlatıyor. Yedinci kıta modern hayatların, ruhsuzluğun mekanı. İnsanların kendisini belirli saatlere göre yönlendirdiği dolayısıyla da zamanın hakiki mânâsını yitirdiği bir mekan. Kimliklerin, insanlığın ötesine geçtiği, inançların değersizleştiği ve insanların başta kariyer ve para olmak üzere putlar edindiği bir kıta 7.kıta. Haneke'nin o kadar can sıkıcı bir şekilde anlatımı var ki izleyeni adeta bunaltıyor. ''İnsanlar gerçekle karşılaşmaktan hoşlanmaz. Daha tüketilebilir bir gerçeklikle karşılaşmak isterler'' Bu sözler anlatıyor aslında Haneke'nin bu konudaki derdini. Can sıkıcı olanı bütün çıplaklığıyla böyle sıkıcı bir şekilde anlatması da bu yüzdendir. Hem başka nasıl anlatılabilir ki? Bu şartlar altında estetik veya kurgu zevki veren alatım beklemek mantıklı mı? Aslında, asıl can sıkıcı olan da film değil içinde bulunduğumuz ve yaşamaya devam ettiğimiz hayatlarımız değil mi?
Nesnelerin özneleşmesi
''Modern-endüstriyel zamanlar, nesnelerin insandan daha değerli sayıldığı, insanın kendi kendisini putlaştırdığı zamanlardır.'' Atasoy Müftüoğlu'nun bu cümlesi ile paraleldir Haneke'nin kamerasına aktardıları. Film boyunca sahnenin nesne ile açılıp daha sonra insanın kadraja girdiği pek çok bölüm var. İnsanın da yüzlerini çok nadir gösterir Haneke, gerek duymaz. Mesela önce diş fırçası görünür bize daha sonra insanın sadece eli kadraja girerek diş fırçalama eylemi gösterilir. Bunun gibi nesnelerin özneleştiği ve dolayısyla insanın özne konumunu yitirdiği pek çok sahne görebiliriz.
Haneke yedinci kıtada izleyiciyi hiç bir şekilde filme dahil etmeden, sadece seyirci konumunda bırakan bir anlatımı tercih eder. Özellikle ortalama 2-3 dakikada bir yaklaşık 5 saniyeliğine karşılaştığımız siyah ekran adeta bizi filmin içine sokmamak için kullanılmış bile olabilir. Hiç susmayan sinir bozucu televizyonla ise sık sık karşılaşırız filmde. Ne söylediği de genel olarak önemsizdir. Sadece baş ağrısı.
Haneke yedinci kıtada izleyiciyi hiç bir şekilde filme dahil etmeden, sadece seyirci konumunda bırakan bir anlatımı tercih eder. Özellikle ortalama 2-3 dakikada bir yaklaşık 5 saniyeliğine karşılaştığımız siyah ekran adeta bizi filmin içine sokmamak için kullanılmış bile olabilir. Hiç susmayan sinir bozucu televizyonla ise sık sık karşılaşırız filmde. Ne söylediği de genel olarak önemsizdir. Sadece baş ağrısı.
Haneke'nin silahı ve isyanı
Haneke'nin bu duruma isyan çıkartacak bir silaha ihtiyacı vardır. O silahın ise henüz ''bu hayatı'' kabullenmemiş ve hayatın gerektirdiklerine boyun eğmemiş bir şey olması gerekir yani bir çocuk. Evet o şey bir çocuktur. Saf, kirlenmemiş bir ruha gereksinimi ancak bir çocuğun masumiyetiyle birlikte gene çocukta buluruz. Bir kız çocuğu seçer Haneke ve daha ilk araba yıkama sahnesinde bir anlığına seyirciyi kendisini kızın yerine koymasını sağlayarak bunu belli eder. Kör olmadığı halde kör olduğunu söyleyerek, dersi dinlemeyip sürekli kendisini kaşıyarak ve ölümden korkmadığını söyleyecek kadar ileri giderek isyan eder küçük kız. Kendi özlerinden yabancılaşan insanların arasında ama gene o insanlara, düzene karşı yabancılaşma içine girer ancak bu onun kendi özünü bulduğu anlamına gelmez ne yazık ki, bu sadece bir isyandır. Ancak kızın isyanı da eksiktir Haneke'nin isyan etmesi için. Küçük kızın yanına anne ve babanın da eklenmesi gerekir. Yağmurlu bir gecede ölü insanlar görürler. Sebebi trafik kazası. İnsanlar kazanın nasıl olduğuyla veya başka işlerle uğraşırken ölüler orda öylece sarılmış bir şekilde duruyorlardı. Bu olaya arabalarından tanıklık eden ailenin dönüşümü de artık başlamıştır. Belki de ölümü görmüşlerdir, muhtemelen amaçsız bir şekilde yaşayıp trafik kazası sonucu ölen insanlar onlara ne çağrışım yapmış olabilir ki?

Artık bir daha sabah 6.00'da çalacak alarma tahammülü yok ne aileden birinin ne de izleyicinin. Tıpkı bir daha işe gitmeye ya da araba yıkatmaya sabrı kalmadığı gibi bunlar artık ailenin de canını sıkar. Maskelerin fakındalar. Ailenin bu sıkıclığa karşı isyanıyla birlikte filmde de birden hareketlenme başlar aynı isyan hali izleyicide de oluşmuştur. Yırtılan defterler ve kitaplar, yerinden çıkarılan çekmeceler, parçalanan koltuklar ve telefonun bozulması... Kısaca modern insan maskesinin çıkarılması. Özellikle bu sahnenin sonunda insanlara insanlığı hatırlatan çok önemli bir metafor kullanmıştır Haneke, akvaryumu. Akvaryum içinde barındırdığı balıklarla birlikte kızın değer verdiği tek şeydi belki de. Akvaryumun parçalanmasıyla kızın da kalbinde bir parçalanma olur ve isyan küçük kızın gözyaşlarıyla güçlenir. Tek bir şey kalır geriye o da yatak odasındaki televizyon. Çaresizce bakarlar o aptal kutuya ve tek bir kurtuluş görürler. İntihar... Kimseciklerden habersiz intiharla birlikte son sahnede televizyondan da sadece hışırtı sesi duyulur.
Filmin mesajı
Film bitiminde ise sorular birikiyor. Ölümden başka bir şekilde isyan edemez mi insan ''bu hayata''? Başka bir yolu yok mudur maskelerden kurtulmanın? Kimlikleri bırakıp insan olduğumuzu farketmek bizi ölüme mi götürmeli? Bence Haneke insanı en iyi biçimde etkileme(uyandırma) unsuru olarak ölümü, intiharı seçmiştir. Ölüm çarpıcıdır, insanı kendi üzerinde sorgulamaya ittirebilirdi bu sayede ve filme bakarsak istediğine de ulaşmış durumda olduğunu söyleyebiliriz. Burda sonuca bakıp pesimist olmak yerine sebeplerine dikkat edip gözümüzü açmalıyız. Yani sonuçtan ziyade sebebi önemlidir 'yedinci kıta'nın ve unutmayalım ki insanın olduğu yerde umut hiç bir zaman yitirilmemeli.