Bilmiyoruz üzerimize düşen tutulmayı, boşluktayız ve zifiri karanlık... Soğuk ve kaos hakim, kuşların bile kafası karışıyor. Her kuş artık kendi başına bir sürü ve bir çatışma halinde, gökyüzündeler. Soğuk, karanlık ve kaos, ya kuşlar. "Ama yersizdir korkmak... " Güneş yeniden parıldayacak o muteşem görkemiyle ve ısınmaya başlayacağız güneşin sıcaklığıyla. Ancak bu sefer o ilk sıcaklıktan, başlangıçtaki görüntüden farklı olarak göreceğiz onu. Bir tecrübe. Karanlığın en kasvetli halinden sıyrılıp gelmiş, büyük bir kaosun içinden çıkmanın rahatlığıyla şimdi ışıl ışıl parlıyor. Başlangıçtaki saflık yerini “şuurlu saflık’a” bırakıyor. İşte o zaman güneşle, tabiatla dans ediyor insan. Güneş tutulması yalnızca güneşe mahsus olamaz zaten, ancak insan hissedebilir bu soğuğu, kainatın mükemmel düzenine rağmen sadece insanın kendisi kaos halinde yaşar. İnsanın karanlıktan, bu tutulmadan kurtulmasının, aydınlığa ulaşmasanın tek yoludur “şuurlu saflık”.
"Korkularımızda ve umutsuzluklarımızda gerçek nesneyi bulamadık. Böylece karşılaştığımız her şeye vahşice, nefretle saldırdık." Prens’in yani kibrin kışkırttığı insanlar artık şuurlarını tamamen kaybetmişlerdi. Şuursuzluk onların yüreklerine anlayamadıkları bir korku düşürmüştü. Korku ve umutsuzluk. Hayvanın aşağısı olan seviye bu olmalıydı. İnkar ve isyandı onların silahı. Ne Yaratıcı’yı ne de insanlığı kabul ediyorlardı. Sert adımlarla geliyorlardı. Yaktılar, yıktılar. Mümkün değildi dürüst bir insanın dışarıya çıkabilmesi. En savunmasız mekanda, “hasta” ve güçsüz insanlara korku ve hırsla saldırdılar. Ama bir şeyi unutmuşlardı, ne olursa olsun insandılar. Yaptıkları zulümlerin yüzünü en çıplak haliyle yansıtan yaşlı adam bekliyordu onları. En güçsüzü, en savunmasızıydı yaşlı adam, ve çıplaktı. İnsanlık ve barbarlık, kosmos ve kaos, müzik ve müziksizliğin arasında bir çizgiydi o yaşlı adam, ve çıplaktı. Kızgın “topluluk” sanki o kaybolan, unutulan şeyleri hatırlamıştı. Yaşlı adamın görünüşteki çaresizliği onların mekanı terkedişine kadar yansımıştı. Adımlar ne kadar güçlü olabilirdi ki artık, o çaresiz adımlar. Korku bu sefer hırsı, nefreti değil çaresizliği dışavurmuştu. Evet o adımlar herşeyi anlatıyordu. Ancak ortada bir yıkım vardı. Ve tüm bunları çaresizce, sessizce izliyordu Valuska.
Kaçmak: tek çare hâline gelmişti artık Valuska için. Bütün bu yıkımdan kaçmak. Ama nereye kaçabilirdi ki! Onu kovalayan bir helikopter vardı. Bela Tarr yollamıştı o helikopteri. O’nun çaresizliği, pes etmişliğiydi sanki. Kaçmasına izin vermiyordu çünkü artık bu kaos ortamında kalbi bulacağına inancı kalmamıştı. O esnada balinaya saldırmışlardı, belki de ölmüştü. İşte o balinayla bitiyordu film ya da gösteri. Belki de Bela Tarr’a da bir ses gösteriyi bitiremeyeceğini söylemiştir tıpkı Valuska gibi...
Birdenbire “kapatıyoruz” sesiyle kesildi Valuska’nın gösterisi. Valuska’nın ağzından çaresizce şu sözler döküldü: “Ama gösteri henüz bitmedi”
“Matematiğin formları, müziğin harmonileri, gezegenlerin hareketleri ve gizemlerin tanrıları bütün bunlar insani ruhun ve dünyevi ruhu ve kainatın ilahi yaratıcı zihnini özümseme çabası içerisinde birbirleriyle ilişki ve irtibat içerisindeydi.” Pisagor’un yapmaya çalıştığı şey buydu işte, kibir olmadan entsrümanları şuurla ve safça akortlamak. Çünkü müzik, kainat ve insan hepsi alâkadar birbirleriyle. Hepsi bir ruh/kalb arayışından ibaret.
Karanlık Armoniler
“Bu müziğin armonisi, yankısı ve eşsiz büyüsü tamamıyla yanlış temele oturtulmuş” Kainatın müziğini, müziğin armonilerini yani uğultulu esen serin rüzgarla birlikte hafif yaprak seslerini yanlış temele oturtmak. Gece gündüz duyduğumuz bu ebedi müziği, yağmurun sesindeki müziği, bülbülün ötmesini... Entsrümanları safça akortlamak, gerçekle yetinmek yetmedi ve kibir onları egemenliği altına aldı. Bütün bu gereksiz kibir, insan ruhunu da, kalbini de, zihnini de zehirledi. Kibir, kandırmaya yetti ne acı ki. Kendilerini birlik, topluluk sandılar ancak onların kalbleri dağınıktı, çünkü onlar akıllarını kullanmıyor ve başkalarının kibirlerini sapkınca kendilerine işliyorlardı. İçlerinden isyan edenler, kabullen(e)meyenler oldu ancak ruh’un manasını farklı düzlemlerde aradılar ya bulduklarını sandılar yahut ruh’u yok ettiler. Çünkü tüm bu armoniler yanlış temele oturtulmuştu.
"Gösterişsiz sadelik" değildi onların aradığı kaosun ortasında bir sirk gösterisiydi. Öyle bir sirkki bu üç gözlü prens ve devasa bir balinanın gösterisi var burada. “Tanrısız prens şehire korku salıyor. Bazıları 2 kişi bazıları 300 kişi diyor ama yağmaya başladıkları kesin” Peki Tanrı’nın neden yarattığı merak edilen bu balina neden kışkırtmıştı insanları? Valuska neden bu kadar heyecanlanmıştı? Balina bir ayna, gözleri sanki Valuska’nın kalbi. Valuska orada keşfediyor belki kendisini ama insanlar bela olarak görüyor balinayı. Ama bu normal değil mi zaten nefretle içi bürünen insanların balinayı yok etmek istemesi, kalbi yok etmek istemesi...

